1959 yılının Temmuz ayı. Dışişleri bakanlığında hareketli saatler yaşanmaktadır. Türk diplomasisinin önünde başvuru yapmak için cevap bulunması gereken iki seçenek vardır: Avrupa Serbest Ticaret Alanı (EFTA) mı? Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) mu?
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu “Yunanistan ne yaptı?” diye soracaktır. Cevap AET diye gelince, “Yunanistan boş bir havuza çivileme atlıyorsa, biz balıklama atlamalıyız!” olacak ve Türkiye’nin o günün AET’si, bugünün AB’si ile olan macerasının startı verilecekti.
1960 darbesi nedeniyle süreç uzasa ve darbenin ardından iktdara gelen İsmet İnönü’nün gümrük birliği nedeniyle AET’ye kuşkucu gözle bakmasına rağmen, “gerekirse bu anlaşmadan çıkarız!” diyen DPT müsteşarı Ziya Müezzinoğlu’nun sözleri üzerine ikna olması sayesinde, 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan ve 1 Aralık 1964 günü yürürlüğe giren, “Türkiye ile AET arasında bir ortaklık tesis eden Ankara Anlaşması” vücut bulacaktı.
Ancak hem İnönü’nün hem de Müezzinoğlu’nun atladığı önemli bir nokta vardı. AET’yi kuran Roma antlaşması ve bu Antlaşmadan esinlenerek aktedilen Ankara Anlaşması, diğer uluslararası bağıtlardan farklı bir yapıya sahipti. Roma antlaşması ile birlikte uluslararası hukukta yeni bir kavam olarak “çerçeve antlaşma – anlaşma “ olgusu ortaya çıkıyordu. Daha önceki uluslararası bağıtlar “kanun” niteliği gösteriyor, yani yürürlüğe girdiklerinde mevcut bir statüyü ortadan kaldırıyor, mevcut statüde değişikliğe yol açıyor ya da yeni bir statü getiriyordu. Oysa Roma Antlaşması bazı kanun niteliğindeki maddelerinin ötesinde, AET’nin zaman içinde kurulması hedefini ortaya koyuyor, bu hedefe varılması için kurumsal yapı oluşturuyor, kurumlara görev, yetki ve sorumluluk yüklüyor, bu hali ile adı konulmamış anayasal bir karakter gösteriyordu.
Başlangıçta ve hala Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptığı herhangi bir uluslararası anlaşma gibi algılansa da, Ankara Anlaşması’da esas itibarı ile çerçeve niteliğinde bir anlaşmadır. Anlaşma siyasi hedef olarak, AET ile tam üyelik hedefini ortaya koyuyor, bu hedefe varmak için diğer kurumların yanı sıra “Ortaklık Konseyi” adlı kuruma görev, yetki ve sorumluluk veriyordu.
Çerçevenin içinin nasıl doldurulacağını belirleyen düzenleme ise 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokoldü. Protokol günümüzü de yakından ilgilendiren gümrük birliğinin “asimetrik” olarak başlangıç noktasını da oluşturuyordu. Diğer anlatımı ile o günün AET ülkeleri Türk sanayi ürünlerine karşı bütün gümrük vergilerini sıfırlıyor, kotalarını (daha sonra tekstil ürünleri hariç) kaldırıyor, bu şekilde daha emekleme aşamasında olan Türk sanayii için ölçek ekonomisini yakalama şansı veriyordu. Buna karşılık Türkiye’nin karşıt yükümlülüklerini yerine getirmesi 12 ve 22 yıllık takvime bağlanıyordu. Her ne kadar dönemin başbakanı Tansu Çiller “gümrük birliği hakkımızdır, hakkımızı alacağız!” dese de, Türkiye ile AT arasında gümrük birliğinin son dönemini tesis eden 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi kararı, esas itibarı ile Türkiye’nin karşıt yükümlülüklerini düzenleyen metin olarak karşımıza çıkacaktı.
Doğal olarak 70’li yılların siyasi paradigmasını da iyi anlamak gerekir. Dönemin siyasi ruhu pek de hukukun ruhu ile bağdaşmıyordu. Ankara Anlaşması devlet talebi olarak tam üyelik perspektifinde atılacak adımları düzenlese de, devleti yönetmek arzusunda olan siyasi partilerin hemen hepsi o günün AET’sine karşıydı. Ecevit CHP’si “onlar ortak, biz Pazar!”, Demirel’in AP’si “biz bebek sanayiiyiz, bizi yutarlar!” Türkeş’in MHP’si “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok!” Erbakan’ın MSP’si “biz Müslüman, onlar Hıristiyan!” söylemindeydi.
Aynı 70’li yıllar günümüz sorunlarının da başlangıcını oluşturacaktı. 1974 Kıbrıs barış harekatının hemen ardından, Yunanistan cuntasının yıkılmasına ve Karamanlis’in başbakanlık koltuğuna oturmasına tanıklık edecektik. Karamanlis önüne tek hedef olarak Avrupa Toplulukları tam üyeliğini koyacak ve bu doğrultuda 1977 yılında tam üyelik başvurusu yapacaktı. Önce Ecevit, ardından ikinci Milliyetçi Cephe hükümeti sırasında Demirel “siz de tam üyelik başvurusu yapın!” telkinleriyle Ankara’ya gelen önerilere olumlu yanıt vermeyecek, bu doğrultuda Yunanistan’ın tam üyeliğinin önünü açmış olacaklardı. Yunanistan tam üye olarak her ne kadar Türkiye ile olan ikili sorunlarını Avrupa Toplulukları Türkiye sorunları haline getirmeyeceği taahhüdünü verse de, bugün itibarı ile Yunanistan ile olan sorunlarımız, Türkiye AB ikili sorunları haline dönüşmüştür.
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında Ankara Anlaşması uzun süre askıya alınacak, 14 Nisan 1987 tarihinde, DPT müsteşarlığı yıllarında AET karşıtlığı ile tanınan Cumhurbaşkanı Turgut Özal gecikmiş tam üyelik başvurusunu yapacaktı.
Başvuruya karşı AT yönetiminden gelen yanıt: “hele siz şu gümrük birliğinden kaynaklanan yükümlülüklerinizi yerine getirin, sonrasına bakarız!” olacaktı. Yukarıda bahsettiğimiz 1/95 sayılı OKK bu mantık zinciri sonrasında 31 Aralık 1995 tarihinde yürürlüğe girecekti. Esas olan 12 yıllık yükümlülüğümüz, istisna olarak düzenlenen 22 yıla uzatılacak, ardından 1 Ocak 31 Aralık haline dönüştürülüp 23 yıllık bir sürece yayılmış olacaktı.
Ardından inişli çıkışlı ilişkiler dönemi 11 Aralık 1999 tarihinde yapılan Helsinki Zirvesi ile yeni bir boyut kazanacak, Türkiye’ye diğer aday ülkelerle eşit üyelik statüsünün tanınması sağlanacaktı. Statünün sağlanması, tam üyelik müzakerelerinin hemen başlanması anlamına gelmeyecek, müzakerelere ancak 3 Ekim 2004 tarihinde çok tartışmalı bir Müzakere Çerçeve Belgesi gölgesinde başlanacaktı.
Sözkonusu belge, “Türkiye’nin tam üyelik müzakerelerine başyanması için 1993 Kopenhag siyasi kriterlerini yeterince yerine getirdiğini, bununla birlikte müzakerelerin ucunun açık olacağını, yani tam üyelikle sonuçlanamama olasılığını içerdiğini, tam üyelik olmasa bile Türkiye’nin mutlak surette AB limanına demir atması gerektiğini!” ifade ediyordu.
Müzakere sürecine düşen bu gölgenin ardından, Türkiye’nin yeni tam üye olan Güney Kıbrıs Rum yönetiminin gemi ve uçaklarının Türk liman ve hava alanlarına giremeyeceğini beyan etmesi üzerine bazı müzakere başlıklarının AB tarafından askıya alınması, dönemin Fransa devlet başkanı Sarkozy ve Almanya şansölyesi Merkel tarafından “biz başta olduğumuz sürece Türkiye asla tam üye olamaz!” mealindeki sözleri, Türkiye’de AB tam üyeliğine olan inancın giderek erozyona uğramasına yol açtı.
Çok fazla detaya girmeden günümüze gelirsek.
Tam üyelik müzakereleri uzun süredir askıda. Kopenhag kriterlerinden giderek uzaklaştığımız, ülkemizin hibrid demokrasi liginden bile düşmeye aday haline geldiği yapılan uluslararası değerlendirmelerde yüzümüze çarpılan bir gerçek. Ekonomik performansımız ne yazık ki çok kötü.
Peki AB ve daha genel ifadesi ile Batı bizden vaz geçebilir mi? Ya da Türkiye’nin başka limanlara demir atmasına göz yumabilirler mi?
Kuzeyimizdeki ve Güneyimizdeki savaşlar, Türkiye’nin Batı dünyası için önemini misliyle artırmış vaziyette.
Türkiye AB ülkelerine uzanan enerji kaynaklarının geçiş merkezinde. AB ülkelerinden Çin’e, Çin’den AB’ye uzanan tedarik zinciri Türkiye ve Türki Cumhuriyetlerden geçiyor. Türkiye’nin jeo stratejik önemi bizi Batı dünyası için vazgeçilemez hale getiriyor.
Bu koşullar altında biraz gayret etsek tam üyelik hayal olmaktan çıkabilir. Ama “içinde yaşadığımız dönemin Türk siyasetinin ruhu buna ne kadar izin verir?” büyük soru işareti.
Şimdi ne mi olacak?
Büyük olasılıkla Türkiye özeli için bir AB zirvesi toplanacak. Türkiye’nin Ankara Anlaşması ruhuna uygun olarak hala tam üye adayı olduğu vurgulanacak (tam üyelik hedefi ortadan kaldırılırsa bütün Ortaklık Konseyi Kararları gümrük birliği dahil geçmişe yönelik olarak sorgulanır hale gelir), gümrük birliğinin güncellenmesi için Avrupa Komisyonu’na yetki verilecek, bazı Türkiye Cumhuriyeti vatandaş kategorileri için kademeli vize kolaylaştırılmasının yolları aranacak.
Hani enseyi karartmayalım diyorum demesine de, enseyi karartmamanın yolu gerçekçilikten geçiyor! Ülkelerin kaderini coğrafyaları ve yaşayan insanların kalitesi belirliyor.